Video başlıyor. Ekran siyahtan aydınlanmaya başlıyor ve sabahın çok erken saatlerinde babasının yanındaki ilkokul çağındaki bir çocuk ekrana geliyor. Derme çatma ahşap evlerindeler. Otantik kuzinenin başındalar. Saat çok erken ama çocuğun gözleri pırıl pırıl. Okuma iştahı var.
Kahvaltı sonrası baba çocuğun çantasını alıyor eline, bir diğer eliyle yavrusunun elini tutuyor. Endişeli belli.
Çocuğu kendi yaptığı teleferikle karşıki köye doğru yar üstünden yolluyor. Yüreği ağzında. Çocuk onlarca metre yüksekten uça uça, süzüle süzüle karşıya geçiyor ve başlıyor okula doğru koşmaya.
Ekran kararıyor ve yeniden aydınlanıyor.
Bir başka köy şimdi. Dimdik bir yamaçta bir ev. Yol evin 30-40 metre altında. Yemyeşil ama ıslak ottan, toprağın gözükmediği bir yamaç bu. Dimdik. Bir başka çocuk yola inmek için bu yamaçtan aşağı, plastik ayakkabılarıyla slalom yaparak, koşarak ve kayarak iniyor. 
Ekran kararıyor ve yeniden aydınlanıyor.
Bölge atletizm şampiyonası. Atlet olduklarını spor kıyafetlerinden değil, koştukları pistten anlaşılabilen kızlar, kız çocukları koşuyorlar. Biri en önde gidiyor. Arkasındaki bir kız yere düşüp sakatlıyor kendini. İlk sırada koşan arkadaşı durup bakıyor. Dönüp arkadaşının yanına gidiyor. Yarışı bırakmış… Ne gam! Arkadaşı ile hastaneye gidiyor, yarışı kaybediyor. Kazansa olmayacak parıltı var gözlerinde. O bir yarışçı ama sporcu aynı zamanda. 
Ekran kararıyor ve yeniden aydınlanıyor.
Genç çocuklar, yarı beton, yarı toprak bir alanda top oynuyorlar. Kıyafetleri birbirine denk değil ama onlar bir takım aslında ve antrenman yapıyorlar. Sonra kamera bu sahadan yükselmeye başlıyor. Yükseliyor, yükseliyor. Şehir iki ucundaki sınırları gözükecek kadar yükselen kamera ile kadraja giriyor. Sonra ekran süratle değişiyor. Az önce denk olmayan kıyafetlerle yarı toprak, yarı beton sahada kan revan içinde antrenman yapan o çocukların maçlar oynadığı sahaya çevriliyor. Bu saha çim ve değişik ülkelerden çocuklarla top oynuyorlar. Ve kazanıyorlar. Kazandıkları dünya şampiyonluğu.
Ekran kararıyor ve yeniden aydınlanıyor.
Gencecik bir bayan var şimdi ekranda. Bir spor salonunda rakipsizlikten tek başına çalışıyor. İmkanlar yine kısıtlı. Ekran flulaştıktan sonra yeniden netleşiyor. Az önce tek başına judo antrenmanı yapan o kız, şimdi birincilik kürsüsünde ve boynunda Avrupa Şampiyonluğu altın madalyası var. Alkışlar alkışlar…
Ekran kararıyor ve yeniden aydınlanıyor.
13 yaşında genç bir erkek çocuğu geliyor ekrana. Elinde bir silah var. Evinin bahçesinde çalışıyor çünkü poligonu yok. Ama atıyor, attığını vuruyor. Atıyor, vuruyor. 13 yaşındaki bu gencecik çocuk atıcılıkta rekorlar kırıyor. Madalyalar alıyor. Bunlar hızlı kareler şeklinde geçiyor ekranlardan.
Ekran kararıyor ve yeniden aydınlanıyor.
Çok eskilerden görüntüler var şimdi. Bir futbol maçı yine. Ama siyah beyaz. İki takımdan birisinin peşinde kameralar, foto muhabirleri, magazin basını ne ararsan var. Diğer tarafta ise keskin bakışlı ve futbolu oynamayı bilen korkusuz futbolcular. Stat muhatabınınki yanında gecekondu gibi kalıyor. Beton ve soğuk.   Aradaki sıklet farkı korkutmak bir yana daha da hırslandırıyor çubuklu formalıları. O da ne? Bir tanesi top ayağındayken basıyor topa, başlıyor horona. Evrensel yerellik. Sonra topu ayağının maharetiyle rakibinin arkasına atıp geçiveriyor rakibini. Herkes şaşkın. Kazanıyor çubuklular. 
Ekran kararıyor ve yeniden aydınlanıyor.
Bir gişe var ekranda. Gişenin kapısında da bir fiyat listesi ama insanlar gişeden almıyorlar biletlerini. Nedendir bilinmez, daha fazlasını ödeyip, bir başka binadan alıyorlar biletlerini. Amaçları o binadaki spor kulübüne destek vermekmiş meğer! Hem de kendi kısıtlı imkanlarıyla.
Ekran kararıyor ve yeniden aydınlanıyor.
Bir spor müsabakası oynanıyor. Bu daha da çok eskilerden. Yine her şey siyah beyaz. Bu sefer resimler ve görüntüler de çok çok eski. Genci yaşlısı, tesettürlüsü, tesettürlü olmayanı hep birlikte toplanmış spor müsabakasını izliyor bayanlar. Yanlarında çocukları, eşleri, kardeşleri. Böyle bir ilgi var spora. O sporcuları omuzlarında taşıyorlar çoğu zaman. Tıpkı yaylaya çıkan köylülerin kemençeciyi sakındıkları gibi sakınıyorlar sporcuları.
Ekran kararıyor ve yeniden aydınlanıyor.
Bu kadınların sırtında onca kilo ağırlık var şimdi. Dik, yamaç demeden sırtlarındaki yükleriyle, toprak köy yollarında maraton koşuyorlar adeta. Şikayet etmiyor, çalışıyorlar, yorulmaksızın.
Ekran kararıyor ve yeniden aydınlanıyor.
Bu sefer bir mahkeme salonu. Bir tarafta mutluluk, oldukça kalabalık karşı tarafta ise hüzün var. Türlü imkansızlıkların sonunda elde ettikleri başarının lekesizliğini kutlayan bir azınlık var. Aklanmışlar. İade-i itibarı bekliyorlar gelmiyor. Yine de mücadeleye devam ediyorlar.
Ekran kararıyor ve yeniden aydınlanıyor.
Olimpiyat sonuçlarının açıklandığı salonda şimdi kameralar. Tokyo’dan canlı yayın var. Japonya Başbakanı ekranlardakilere ve salondakilere sesleniyor: “Bizde doping ve şike yok”.
Ön sırada İstanbul var. Başbakanı, az Bakanı, tekmili birden hazırlar. Japon Başbakanı konuşuyor, İstanbul ekibinin başı öne eğiliyor. Sonuçlar açıklanmadan salonda, arkalardan gelen Türkçe bir ses yükseliyor: “Bizde de yok doping ve şike” diye.
Ekran kararıyor ve bir yazı beliriyor ekranlarda: 
“Tesisimiz yok ama başardıklarımız ortada. 
Alabilir miyiz olimpiyatları Trabzon’a?”
Tunga Liman